091–VS. Kutsal Şovalyeler Part 2-(1/2)

Font Size :
Dark Mode
Reset Mode



091–VS. Kutsal Şovalyeler Part 2-(1/2)


Önceki Bölüm |           | Sonraki Bölüm

Çevirmen: Merkanovels

Arnaud umutsuz bir mücadelenin içinde çırpındığı sırada, diğer takımların herbiri de bariyer kurma umutlarından vazgeçmişti.

Mesela bir takımın başından neler geçmiş, gelin bakalım...


Kestanerengi saçlı takımın Kaptanı Grenda.
Onun takımı sorunsuz bir şekilde bariyer kuruyorken aniden onlara doğru tek başına yürüyen bir genç delikanlı gördüler.  Mavi saçları iki boynuz tarafından ayrılmıştı. Bu boynuzlar, onun insan olmayan bir varlık olduğunun göstergesiydi.

Grenda diliyle (cık cık cık) diye ses çıkardı., bariyerin ayarını yardımcısına bıraktı ve takımı çatışmaya hazırladı.
[Sen bu şehrin sakinlerinden biri misin?]

Her ne kadar cevabını biliyor olsa da, bu soruyu zaman kazanmak için sormuştu. Ve karşı tarafın cevaplayacağını da düşünmüyordu.

[Doğru. Seni uyarıyorum. Huzur içinde oturup bekleyin. Eğer böyle yaparsanız zarar görmezsiniz, anladınız mı? Sizin için en iyi sonuç bu.]  Genç tamamıyla onları küçümseyerek bunları söyledi.

Grenda homurdanarak teklife sitem etti. Herşeyden önce, canavarlar ile anlaşma yapamazdı ve karşısında sadece genç bir canavar vardı. Her ne kadar yüksek bir dereceli ogre’ymiş gibi görünse de, tek başınayken onlara bir tehdit oluşturmuyordu.

Ogre’ler genellikle saf güç üzerine yoğunlaşarak dövüşürler, ağır silahlar ile kuşanmış olan düşmanlarını sadece kaba kuvvetleriyde katlederlerdi.

Dahası, ayrıca  inanılmaz sağlam kaslara ve yüksek rejenere(yenilenme) yeteneğine sahip olduklarından dolayı kendilerini de koruyabilen bireylerdi.

Kısacası Ogre’ler maceraperestlerin doğal düşmanlarıydı.

Ama onlar da tapınağın şovalyeleriydi. Sadece bir ogre karşısında kaybededecek bir grup değillerdi.

Onlar hiç A Sınıfı bir Ogre görmemişlerdi.

Daha önceki canavarın zayıf bir ogre görünümü vardı. Fakat, çok üstün/baskın bir havaya sahipti. Şanslarına bu isimlendirilmiş eşsiz bir canavardı.Bu ormandaki en güçlü varlıklar arasında olduğundan dolayı kendine güveniyordu.

Onun bu kadar kendine güvendiğini gören tapınak şovalyeleri, güçlerini sergileyerek ona ders verme niyetindelerdi.

Tıpkı, dünyanın ne kadar büyük olduğunu bilmeyen doğduğu bataklıktan hiç çıkmamış bir kurbağaya ders vermek gibi. Bu dersten sonra bir daha asla onlara bu şekilde bakamayacaktı.

(Şey, bunu burada öldüreceğiz, böylece o şansı olmayacak.) Grenda gözlerini kapatarak düşündü.

[Dikkat! Tek hedef. Tehlike derecesi A-! Üç üye, bundan kurtulun!]

Astlarını kutsal bariyer kurulana kadar beklemeyi düşünüyordu, ama şuan karşılarında sadece bir düşman vardı.

O kadarda güçlü bir aura açığa çıkartmadığından, tehlike derecelendirmesi düşüktü. Bu derecelendirme aslında Grenda Takımının kaderine karar vermişti.

[Çok dikkatsizsiniz. Düşmanınızı haddinden fazla küçümsemiyor musunuz?]

Üç şovalye delikanlıya yaklaşır yaklaşmaz, sahne bir anda bulanıklaştı. Ve doğrudan şovalyelerin yanından geçen delikanlı dolaşmaya devam etti.

Neden şovalyeleri geçti… hayır, şovalyeler çoktan yere yığılmıştı. Menziline girdikleri anda, onları tamamen hareketsiz bıraktı.

Üç güçlü tapınak şovalyesini, bir anda bu hale soktu.

[N-ne, sen ne yaptın?]

[Seni piç… nesin sen?!!]

Grenda, yardımcılarının bağırışlarını duydu ve şiddetli bir dejavu hissi ona saldırdı. Komutan Hinata’nın defalarca söylediği şeyi hatırladı…

‘Önündeki düşmanın yaydığı güç, seni umutsuz bir duruma sokabilir.’

Bu noktada, Hinata’nın ne demek istediğini anlamıştı. Ama artık çok geçti…

Arkasındaki ürpertici gölgeler çoktan tüm takımını devre dışı bırakmıştı. Yüzünde hiç bir ifade belirtisi olmayan delikanlı, onların tamamını etkisiz hale getirip kayboldu.

Görünüşe göre, kendisini klonlamış ve daha en baştan düşmanı kuşatmıştı.

Tıpkı Hinata gibi, aslında savaş, onları uyardığı anda bitmişti. Onlara bu şekilde bakmasına şaşmamalı..

Grenda kaybetti.

[Zahmetli olmasa, sana adımı söyleyebilirdim. Seni hayatta tutmamın bir nedeni var. Kilise hakkında bildiğin herşeyi anlat bana. Aklında bulunsun, şu aralar işkence üzerinde çalışıyorum, bu yüzden düzgünce cevap vermezsen, kobay olarak seni kullanacağıma emin olabilirsin. Tabiki de karşı koyma özgürlüğüne sahipsin. Şimdi o zaman, kararın ne? Neyi seçersen seç, aslında çokta umrumda değil.]

Delikanlı, ifadesini değiştirmeden ilgisizce mırıdandı. Grenda onun bu ifadesiz yüzüne baktığında, kalbi korku ile doldu.

Direnmek boşunaydı. Öyleyse neyi seçmeliydi; konuşmak mı, ölmek mi?

Ardından düşmanın, tüm arkadaşlarını öldürmediğini/canlı bıraktığını farketti. Belki de, eğer ölümü seçerse daha sonra aynı teklifi diğerlerine de sunacaktı.

Bu düşünürken, işkence görmeyi göze alarak biraz zaman kazanmaya karar verdi.

[İşkence de yapsan başka birşey de yapsan, biz asla bir canavarın önünde eğilmeyeceğiz.] Grenda sanki vazgeçmiş gibi dedi.

Kılıcını çekti ve ruhsal enerji ile doldurdu. Böylece ruhsal silahını uyandırırken, düşmanla yüzleşti. Her ne kadar gücü yetersiz olsa bile, en azından bu şekilde gururunu tatmin edebilirdi.

Mavi-siyah saçlı yakışıklı delikanlı, Souei hafif bir hoşnutsuzluk içinde ona doğru baktı. Ve onun aptallığına iç çekti.

[Anlıyorum. Direnlemeyi seçtin. Rütbe/Sınıf ve benzeri şeylerle biraz ilgileniyorum, bu yüzden bunun hakkında bildiklerini bana söylemeni tercih ederdim.]

O daha cümlesini tamamlayamadan Grenda harekete geçti. Kılıcı önündeki vücudu delip geçti. Ama kestiği şey, düşman ortadan kaybolduğu için sadece bir klondu.

Grenda o anda, gerçek vücudu bulamadığı sürece, zafer elde etmesinin mümkünatı olmadığını anladı.

[Demek kararın bu. Tamam ozaman, işkenceye başlıyoruz. Konuşmaya karar verdiğinde bana haber edersin.] Tatlı bir ses kulağına fısıldadı.

Grenda savaşmayı amaçlıyordu, ancak Souei, onu kendine zarar verebilecek bir varlık olarak görmüyordu.

Ve aniden, Grenda onu alt eden zevk/haz dalgalarını hissetti.

Souei onun erojen(cinsel istek uyandıran) sinirlerini uyarmaya başlamıştı. Acının yanı sıra  kutsal bir haz ona saldırıyordu.

[Şuanda, yeteneklerini mühürledim artık bayılamayacaksın bile. Delirmeden önce konuşmaya başlamanı tavsiye ederim.]

Grenda bu haz cehennemi içinde mücadele veriyordu. Ama… ne yazık ki, kısa bir süre sonra mücadele etmeyi kesti.

***

Sanki Shion tarafından savaş alanından çıkması için tehdit edilmiş gibi, Gobuta ve Gabil küçük bir şovalye grubuna doğru ilerlemeye başladılar. Hokurou da onların yanındaydı ve bir süre sonra Souei’nin Gölge Takımı da onlara katıldı.

[Bizi geride tutma, sevgili kardeşim!]

[Buraya gelmenizi kim söyledi? Ve bana ayak bağı olmayın yeter.]

Bu Gabil ve Souka’nın konuşmasıydı.

Her ne kadar düşman gözükseler de, herkes aslında bu ikisinin birbirlerine ne kadar çok değer verdiğini bilirdi. Onlar sadece bunun farkında değildi.

Konuşmalarının ardından sonunda hedeflerine/varış yerine ulaştılar.

Şovalyeler bir grup canavarın kendilerine doğru geliyor olduğundan haberdardı ve buna karşı hazırlanmışlardı. Hepsi silahlarını ruhsal güçle doldurup tamamen silahlanmış vaziyettelerdi. 

[Dikkat edin! Bu canavarlar çer çöpe benzemiyor!]

[Kaptan, aralarında altı tane dragonewt(ejderha soyundan gelen) var? Ve bu zırh giymeyen canavarlar,ogreler değil mi?]

[Hayır, inanması zor olsa da, onlar ogre değil, yabani Ori’ler. Sadece saf güçlerine bağımlı olan ogrelere kıyasla bu eşsiz varlıklar özel yeteneklerden yararlanırlar!]

[Oh, başımızı ağrıtacak gibi. Dragonewt’lerin öncüsü olağan dışı bir hava yayıyormuş gibi görünüyor.]

Şovalyeler kendi aralarında tartıştı.

Yaklaşan canavarlar kesinlikle canavarlar ülkesinin ana gücüydü. Kaptan bundan duyduğu rahatsızlıktan ötürü diliyle (cık cık cık) diye ses çıkardı. Ama, onlar burada bariyeri kurmayı bıraksalar bile, başka bir mevkide kurulacağından eminlerdi.

Bu sadece Hinata’nın, onların planlarını ne kadar iyi okuduğunu kanıtlıyor. Ana güçlerinin buraya gelmesi aslında iyi bir şeydi.

[Pekala! Ben bu büyük dragonewtlerin icabına bakacağım. Siz ikiniz Ori ile ilgilenin! Kalan beş kişi ise diğer beş dragonewtlerle yüzleşsin!]

[Anlaşıldı! Bekle, Hobgoblin’i unutmadın mı?]

Kaptan Gregory, soran kişiye doğru sorgulayan bir ifadeyle baktı, ve [Tch. Birkaç çer çöpü unuttuysam ne olmuş. İşimi hallettikten sonra onların icabına bakmak, saniyemi almayacaktır.] diye konuştu. Şovalyeler de yanıt olarak başlarıyla onayladılar.

Onlar Kaptan’ın gücünü biliyorlardı. Hobgoblin gibi canavarlar onun tek bir hamlesini bile karşılayamazlardı. Ama… bu kadar güçsüzlerse bu hobgoblinler niye diğerleriyle yan yanalar? Bu görüntü, aralarından birkaçının kalbinde şüphe uyandırmıştı.

Canavarların hiçbiri kendisi tanıtmadı. Ve şovalyelerin onlara bu fırsatı vermeye niyetleri yoktu.

[Siz bana ayak bağı olanlar, geberin! Haou yougekizan ”Yüksek Kral Ruhu Kelle Kesme!”]

Baltalı kargısını(Halberd) sallayarak, canavarlara güçlü bir şok dalgası ateşledi. Tapınak Şovalyesi Gregory’nin bedeninden yayılan enerji, canavarları tek bir vuruşla yok etmeyi amaçlıyordu.

Buna ek olarak, Kutsal Top’u ateşlediğinde, kurşunlar Baltalı kargı’sının etrafını sardı. Baltalı kargı’dan çıkan enerji kurşunlarla birleşerek tek bir enerji yumağı haline dönüştü. Bu yougekizan, Gregory’in canavar karşıtı, öldürücü bir gizli tekniğiydi.

Bu şok dalgası, düz bir çizgi halinde ilerledi. Bunun menzilinde olan Gabil ve Souka çoktan bu saldırıdan kaçınmıştı. Geride kalan Gobuta ve Hakorou gelirsek… Hakoruo ağaçların üzerine atladı ve dalları kullanarak şovalyelere doğru ilerledi.

Bu yüzden geride sadece Gobuta kalmıştı.

[Ne! Ciddi misiniz—su?!]

Yol son derece dardı, bu yüzden sadece Hakurou gibi çevik olan biri saldırıyı geçiştirebilirdi.

Gregory için, bu saldırıyla iki ya da üç düşmanı indirseydi çok güzel olacaktı, ama çer çöpleri yok edebildiği sürece yine de tatmin olurdu.

Ve böylece, Hobgoblin’i tamamen unutarak, tüm dikkatini gök yüzünden yaklaşan dragonewt’lere yönlendirdi.

Bu şekilde buradaki savaşta başlamış oldu.

Önceki Bölüm |          | Sonraki Bölüm