Glutton Berserker
Çevirmen: Uchuujin & Redaktör: Faen_The_1134
Bölüm 061 Greed Tarzı
Kapıdan geçerken, 2 kenevir çantadan kan damladığı için,
hem tüccarlar hem kapının oradaki savaşçılar bana şaşkın şakın bakıyorlardı.
Sonra birbirlerine fısıldamaya başladılar.
“Dalga mı geçiyorsun…”
“Oioi, Bu kanlar Ork kulağından geliyor olabilir mi… bu
kadarı…?”
“Eğer durum buysa, 2 ork birliğini kendi başına mı yendi?
Kim bu herif?”
Fısıldıyor olsalar bile, diğer insanlara geçerken
duyuluyordu. Varlığımın Babylon’da öğrenilmesi uzun sürmeyecekti. Savaşçı
Mukuro olarak ün kazanınca, Krallıktaki gibi gizlice dolaşmama gerek
kalmayacak. Babylon’da canavarları zapt etmek savaşçıların rolüydü.
Çok sayıda canavarla başa çıkabilen savaşçılar burada
kesinlikle iyi karşılanacaklardır.
Greed’i taklit etmek istemiyorum ama saygın davranmam
gerekiyor.
Çantalardan hâlâ kan damlarken, zorla kalabalığın arasına
girdim. Takas tesisi, askeri bölgeye açılan kapının doğu tarafındaki ana yolun
sonundaydı. İçinde kaldığım hanın sahibesine göre, burası şehrin en işlek
yeriydi. Sadece asker yüzünden değil, savaşçılar için de.
Burası onlar için ortak bir toplanma alanı çünkü bilgi
toplayabilecekleri ve canavar zapt etme ödülünü alabilecekleri bir yer.
Oraya gittiğimde, bir klasik olarak işgüzar savaşçıların
bana sorun çıkartmayacağını umuyordum. Sonuçta takas tesisine çok dikkat çekici
bir biçimde giriyordum, bu yüzden orada olan savaşçıların nasıl tepki
vereceğini merak ediyordum. Her halükarda, kulakları başka bir yerde parayla
değiştiremezdim.
Greed bir kez daha beni sinirlendirmek için [Zihin
Okuma] aracılığıyla konuştu.
“Fate, yapman
gereken işte burada. Diğer savaşçılara aldırış etme. Sadece ikiye böl onları.
Sana yardım edeceğim!”
“Yine gürültü yapmaya başladın. Bunu yaparsam, Babylon’daki
bütün savaşçılar düşmanımız olur.”
“Fuuhn, tam istediğim şey.”
“Rüyanda görürsün!”
Ha… Greed böyle bir savaşçı olmamı istiyordu. Bunun saçma
olması, beni şaşırmadı bile… Sapkın bir varlıktı.
“Mesele, saygın bir bakış atmak. Her zaman söylediğim şey
bu.”
“Bunu zaten biliyorum. Ama [Oburluk] becerisi
uyanmadan önce bana insan gibi davranmadılar. O zaman bu vücudumun
derinliklerine kazındı, bu yüzden bundan kolayca kurtulamam.”
“Zavallı. Ne de olsa benim kullanıcımsın! Çok iyi, bana
rehberlik edeceğim. Dediklerimi takip et.”
“Abartma.”
“Biliyorum. Bana bırak, gahahahahaha.”
Ha~, bu beni gerçekten endişelendiriyordu.
Bu zaten bir denemeydi. Öyleyse hadi ciddi ciddi takip
edelim. Bu güçlü savaşçıların söyleyeceği türden bir şey. Babylon’daki diğer
savaşçılar rahatsız etmeye devam ederlerse, her şey zorlaşacaktı.
Cesur bir savaşçı olmam için Greed’den ipucular aldıktan
sonra takas tesisine girdim.
Bu harika. Çok geniş. Pencereler ve hatta tavan bile renkli
camlarla dekore edilmişti. Dini anlamda güzelliğini hissedebiliyordum. Dikkatim
dağılmışken, iki savaşçı etrafımı sardı.
“Oi, yolumda duruyorsun. Kaybol.”
“Bunun nesi var… Yüzünün görülmesini istemiyor musun? Bu bir kurukafa maskesi, ne kötü bir zevk.
Dahası, partin nerede?”
“Çantalarda ne var? Her neyse, içinde değerli bir şey yok
gibi görünüyor, ha kurukafa çocuk? O maskeyi taktığına göre yüzün çok çirkin
olmalı. Bu yüzden onu saklıyorsun, değil mi? Maskeyi çıkar ve yüzünü görmeme
izin ver.”
Evet, hemen başım belaya girdi.
Zaten bilsem bile yüksek sesle telaffuz etmek istemiyordum…
Muhtemelen, bedenim zayıf görünüyordu.
Bu yaptıklarından sonra, Greed’in söylediği mantıklı
gelmeye başlamıştı.
Peki neden denemiyoruz? Greed’in bana öğrettiği şeyi
hatırlamaya çalıştım.
“O lanet çeneni kapa, senin gibi küçük sineklerle bir işim
yok. Eğer acı çekmek istemiyorsan, yolumdan çekil.”
“Haa!? Piç, demin ne dedin sen?”
İki savaşçının da yüzü öfkeyle kızardı, beni yiyecekmiş
gibi bakıyorlardı. Tamda beklediğim gibi silahlarını çekmeyi göze alamazlardı.
Eğer takas tesisinde kan akıtırsanız, tesisi kullanmanız yasaklanırdı. Başka
bir değişle, çıplak elle savaşırsan sorun olmazdı. Aslında, savaşçılardan biri
çoktan yumruk atmaya yeltenmişti. Yumruğu sağ elimle kolayca yakaladım ve
“Vazgeçmek istiyorsa şimdi yap.” Dedim.
“Hah, denemeni görmek istiyorum. Burada arkadaşlarım var.”
Arkadaşlar ha… yani burada 8 kişiler miydi? Mesele buralara
geldiği için yapacağım.
Adama karşılık vermek için yumruk attım.
“Gyaaaaaaaaaaaaaaa….”
Sinirli bir sesle kenevir çantayı havaya fırlattım.
Yumruğumla yere yıkılan adamı tekmeledim. Biri gitti. Yedi kaldı. Soldan 3 kişi
geldi. Hepsini tek seferde hallettim. Dövüş sanatları becerim [Bir inç Yumruğu] etkinleştirdim.
Bu bedeni içten yok eden güçlü bir beceriydi. Herhangi bir
zırhı es geçerek, kan damarlarını koparabilir ve kemikleri kırabilirdi. Düşmanı
etkisiz hale getirmek için mükemmeldi.
Sol elimde güç dolaşıyordu, yan taraftakilerden birine
vurdum. Sonra devamında soldaki yatık saçlı adamı sağ ve sol omzuna vurdum.
Daha sonra, sakallı adamı kasığından tekmeledim. Üçü birden
yüksek bir sesle yere çöktü. Hepsi bilinçsiz bir biçimde ağızlarından köpük
geliyordu.
Bu dört etti… Hepsi silahlarını çektiğinde kaçmayı
düşündüm. Beni öldürmek istiyorlarmış gibi görünüyordu. Öyle olsa bile aynı
tavırla karşılık veremezdim.
Saldırıları tekdüzeydi. Aaron’un bana öğrettiği gibi, ayak
hareketlerini izliyordum ve saldırılarını kolayca okuyabiliyordum. 4 tane [Bir inç Yumruk] ile dördünü birden
sorunsuzca yere serdim. Sekiz arkadaş bilinçsizce yerde yatıyor.
Öyle mi?
Havaya fırlattığım 2 kenevir çantasını yakaladım.
“Bitti mi?”
Tabii ki bilinçsiz oldukları için cevap yoktu. Onlara [Bir
İnç Yumrukla] vurmuş olsam bile, kasten hayati noktalarını ıskalamıştım.
Savaşçılar sert vücutları olduğu için ölmeyeceklerdi. Yerdeki adamların üzerine
basarak ödülümü almak için tezgaha yöneldim. Bu yerdeki adamların üstüne basıp
geçmek Greed’in öğrettiği bir şeydi. Bir an için kendimi bu insanlar gibi
hissettim. Çünkü onlar gibi insanlar kötü olma eğilimindeydi.
Sakin bir şekilde yürüdüm, yolumdaki tüm savaşçılar sağ ve
sola doğru çekildi. Tezgahtar güzel görünümlü bir kızdı ve bana gülümsedi. Şey…
Size mümkün olduğunca iyi davranmaya çalışacağım.
“Bunları paraya çevirmeye geldim. Lütfen?”
“E-Evet… Şimdi onaylayacağım, lütfen biraz bekleyin.”
Torbaları tezgahın üzerine koyarken yüksek bir pat sesi
çıktı. Tek başına taşıyamayacağı için, diğer görevliler yardımcı olmaya
geldiler. Sanırım bu tür işlere alışkınlardı. Onay uzun sürmemeli.
“Ee… Burada 400 Ork ve 2 Yüksek Ork kulağı var. Umm… Sadece
emin olmak için soruyorum, hepsini kendi başına mı öldürdün? ”
“Evet, elbette. Ne de olsa sıkıntılı bir düşman yok.”
Kurukafa maskemi ayarlarken cevapladım. Yalan söylemeye
gerek yok. Makine Meleği Haniel’e karşı verdiğim zorlu savaştan sonra, bu
Orklar çok sevimli kalıyordu. Cevabımla beraber tezgahtarın yüzü solmaya
başlamıştı. Eh? Yanlış bir şey mi söyledim?
“Bağışlayın! Ama bir Kutsal Şövalye olabilir misiniz?”
Elbette. Bu ölçekte bir Ork birliğini yendiğimi deyince,
akla Kutsal Şövalye olabileceğim geliyordu. Ölümcül Günah yeteneğimi
bilmedikleri için, bu sonuca varmaları normaldi. Gerçekten bir Kutsal Şövalye
olsaydım ne yapacağını bilmediği için korkuyordu. Bana saldıran savaşçılara
düzgün muamele etmediğim için onu tehdit edebileceğimden korkuyordu.
Krallıktaki bu fenomen Babylon’da bile geçerliydi. Nereye
gidersem gideyim, Kutsal Şövalyeler hüküm sürüyor. Ama yine de, lütfen
sakinleş. Aksi takdirde, ödülümü alamayabilirim.
“Hayır, değilim. Ben sadece Mukuro adında bir savaşçıyım.
Kutsal Şövalye değilim.”
“Gerçekten mi?”
“Böyle şeyler hakkında yalan söylemenin bir faydası yok.
Lütfen ödülümü verin. Kıyafetlerimi değiştirmem gerekiyor.”
“Evet, anladım. Yakında hazırlayacağız.”
Tezgahta 100 altın vardı. Görünüşe göre, bir Ork 20 gümüş
değerindeydi. Yüksek Orklar ise 10 altın değerindeydi. Sahip olduğum parayı da
eklersem, toplam 103 altın oluyordu.
Kolay bir işti, değil mi?! Eğer durum buysa, parayı seven
Myne burada çok fazla para kazanabilirdi. Ama yine de Babylon’a gelme konusunda
isteksiz gibi görünüyordu. Bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Gallia’daki
canavarları avlamaya devam etmesine rağmen Myne takas için istekli değildi.
Gallia’nın onun için farklı bir anlamı vardı. Uzun zamandır bu kadar param
olmadığı için kurukafa maskesinin altından kıkırdıyordum. Burada piyasa pahalı
olsa bile, yeterince param varsa iyi bir ürün alabilirim.
Tezgahtara teşekkür ettim ve takas tesisinden ayrılmaya
çalıştığımda,
“Demek sensin. Bunu yapan sen misin?”
Saygın ve tanıdık bir ses tarafından durduruldum. Bu sesin
kaynağına döndüğümde, orada bir Kutsal Şövalye vardı.
Doğru, Roxy’di.
Keşke onunla daha iyi kıyafetlerle buluşabilseydim. Bu
yırtık kıyafetlerle değil.